top of page
Yazarın fotoğrafıDeniz Poyraz Kırmanlı

Avare

Elindeki çok sevdiği oyuncağı alınmış da dudaklarını büzmüş, boynunu bükmüş küçük bir kız çocuğu gibi hiç sesimi çıkarmadan, alışkın olduğum iniş ve çıkışlar olmadan geçen son birkaç senede yaşadıklarımı yazsaymışım; ya bir seyyahın ya da takılmış plak gibi hep aynı şeyleri tekrarlayan bir zır delinin günlüğü tadında şeyler çıkacakmış ortaya… Çünkü anlıyorum ki bütün o bir iki sene boyunca belirgin olarak yaptığım tek şey, Istanbul’a adımımı atar atmaz istem dışı yüzüme yerleşen ciddi ifade ile herbiri diğeri ile aynı gibi görünen günleri geçirmek ve bir sonraki yolculuğu planlamak olmuş.

Gittiğim yerde yüzüm gülmüş, döndüğümde ise düşmüş.

Birbiri arkasına yaptığım tüm o yolculuklar aslında bir kaçış olduğundan ama ne kadar ve nereye kaçarsan kaç, kaçtığın şeyi de kendinle beraber, dünyanın en ücra köşesine bile götürdüğünden; vardığında yabancı topraklara, aslında sadece ilk birkaç gün kendini hafiflemiş ve özgür hissediyorsun. O kandırıkçı hafiflik duygusu ile bir an yeniden normale döndüğüne, yeniden bir şeylere heyecan ve merakla baktığına inandırıp kendini mutlu hissediyor; sanki boğazındaki tüm düğümler çözülmüşcesine, sanki daha önce hiç öylesine dolu bir nefes almamışcasına, derin bir ohh çekip “geçti artık!” diyorsun. Ama o da fazla sürmüyor; çünkü çok değil sadece birkaç gün sonra “nedenler, acabalar, keşkeler” dönmeye başladığında yeniden kafanın içinde, başladığın noktaya dönüyorsun ve bu sefer tek fark, pencereden dışarı baktığında gördüğün hiç bitmeyen trafiği ile muhteşem boğaz manzarası değil de bambaşka bir şehrin yabancı telaşı oluyor. Sanki hiç valiz hazırlamamış, sanki saatlerini havaalanlarında binbir çesit insanın hayatlarını tahmin etmeye çalışarak geçirmemiş, sanki uçaklarda muhtemelen hayatın boyunca bir daha hiç karşılaşmayacağın insanlar ile birkaç saatliğine aynı kaderi paylaşmamış, sanki benjaminin gölgesindeki deri koltuğundan hiç kalkmamış gibi hissediyorsun. İşte o zaman tüm bu yolculukların da tıpkı gelip geçici sevgililer gibi aklını bir süreliğine çelip, gözünü boyadığını, kısa süreliğine sana iyi geldiğini ama aklını başından alan kalp çarpıntısı olmadığından bir solukta, girdikleri hızla kendilerini imha ettiklerini anlıyorsun.

Çözüm sandığının işe yaramadığını anlamak iyi hoş da sonrası pek öyle olmuyor, hemen sonra “şimdi ne olacak, denemediğim ne kaldı ki?” diye düşünmeye başlıyorsun. Yine o deri koltukta , yine elinde bir kitap, gözün dışarıda kara kara düşünerek saatler geçiyorsun. Büyük şehir efsanesi, her derde deva olduğu söylenen zamanın da senin için farklı işlediğini, içinde esen fırtınaları dindirmese bile bir başarısız deneme karşısında daha sakin kalmana yaradığını öğreniyorsun ve yine kara kara ama bu sefer sakin bir şekilde düşünmeye, yeni bir çıkış yolu aramaya başlıyorsun…

Çok gezdim geçtiğimiz yıllarda; uzak, yakın demeden, daha önce gördüm, görmedim ayrımı gözetmeden yollara düştüm. Her dönüşümde buradan daha uzaklara, daha farklı olana gitmek istedim. Sanki mesafeler uzadıkça, gördüklerim farklılaştıkça ben normale dönecektim. Kaç uçağa bindim, kaç saatimi 30000 fitin üzerinde geçirdim, tanımadığım kaç bin kişinin fotografını çektim bilmiyorum ama dünyada görülecek dev budha kalmadı onu biliyorum. Uzaklaştıkça özgürleştiğimi zannettim, özgürleştikçe hayatta korktuğum ne varsa tek tek yaparak içimdekini koparıp atmaya çalıştım. Çalıştım çalışmasına da işte yine birgün o deri koltuğa oturup da oturduğum yerde kalmak istediğimi, artık rüyalarımı hatırlayamadığımı, geleceğe dair beni heyecanlandıran birşeyin olmadığını farkettiğim anda geçici sevgililerim gibi seyahatlerin de bana yetmediğini anladım. Aslında hiçbir şey yetmiyordu; en çok da İstanbul. Söylemiyordum kimseye ama kızgındım İstanbul’a… Her türlüsüne binlerce seçenek sunduğuna, herkesi mutlu edecek kadar zengin olduğuna inandığım şehir bana yetmiyor, yenisi bile eski gibi geliyor, bütün suç onda olduğundan içimi sıkıyordu ki birden ikili hayat fikri belirdi aklımda. İki ayrı ev, iki ayrı hayat, iki ayrı dünya; tıpkı Audrey’in söylediği gibi “hangisi canını sıkmıyorsa orada olmak”… Audrey’den mi etkilendim, yoksa o gün bu parlak fikir ile heyecanlanıp hemen hayata geçirdiğim için mi Audrey oradaydı bilemem ama İtalya’da bir evin olması, yarı dönemli İtalya’da yaşama kararı bir gece yarısı böylece giriverdi hayatıma.

Karar vermek işin zor kısmı hayatta, bir kere karar verdikten sonra gerisi çorap söküğü gibi geliveriyor. Ve o gece kalktım o koltuktan, gerisi kendiliğinden geldi ve bir sabah uyandığımda Genova’daki evimde buldum kendimi.

Rapallo’da başlayan ev arayışım Genova-Nervi’de, adı gibi gerçek bir cennet bahçesinin içinde bitti.

Ev arayış bitti ama hayatıma getirdiği yenilikleri, bende yarattığı değişiklikleri, unuttuklarımı zorunlu olarak hatırlatmaları hala bitmiyor.

İlk ögrendiğim kaç kere gidersen git, ne kadar insan tanıyorsan tanı, ne kadar dillerini konuşup işlerini doğal bir rahatlıkla halledersen hallet, yabancı bir ülkeye ziyaretçi olarak gitmek ile orada yaşamak arasında inanılmaz bir fark olduğu oldu. Öylesine kolay olacağını hayal etmiştim ki herşeyin, oturtana kadar düzeni şaşılacak kadar gözümü korkutan durumlar yaşadım ilk aylarda. O kadar alışmışım ki hayatımın belli bir düzen ve kolaylıklar içinde gidiyor olmasına, bulamadığımda en basit şeyi anlamsızca sudan çıkmış balığa döndüğüm anlar oldu; şimdi hatırlayınca gülüyorum ama en kan çektirici sorunlar karşısında bile soğukkanlı kalabilen bu kadın bir süper markete girip, gördükleri karşısında gözleri boncuk boncuk yaşlar ile dolu, ben burada ne yapıyorum diye kendini zayıf hissetti. Yaşadığım hayatın bir lutüf olduğunu biliyordum, zaten yaşama şeklim ve onun içini dolduran tüm kıymetlilerim dolayısıyla da hep çok şanslı olduğumu, reankarnasyona inanan biri olarak içimdeki ruhun iyi bir evrede olduğunu düşünüyordum ama ki buradaki “ama” çok önemli; bana bahşedilen bu ayrıcalıklı durumu artık normal bir şeymiş gibi algılamaya, hatta bu tür konforlu servisin hakkım olduğunu düşünmeye, hadi korkak alıştırma Deniz’cim, yazıver direk, şımarmaya başladığımı farketmemiştim.

Ne zaman ki kapıcısı bol bir binaya haftalarca koliler taşıdım tek başıma, elektrik-su paralarını ödemek için banka sıralarında beklemeye, market alışverişinden, bozulan arabanın tamirciye götürülmesine kadar herşeyi kendim yapmaya başladım; bir yandan uzun zamandır canımı sıkan İstanbul’daki ayrıcalıklı hayat kafama dank etti bir yandan da, gerçek evimde çok uzun zamandır, ne kadar çok şeyi yapmadığımı farkettim. Hep neyin nasıl yapılmasını söyledim, yol gösterdim ama yapmadım, yaptırdım. Nasıl yapılacağını bilmediğimden, elimden gelmediğinden değil elbet zira görünen o ki aslanlar gibi de yapabiliyorum saymadığım bir sürü şeyi daha ama deli gibi çalışıyor, çok yoruluyor, dünyayı kurtarıyorum ya!!! Kurulmuş bir sistem de var onun içine girmiş yapmamayı normal algılıyorum.

Ama öbür hayatta, Genova’da işler böyle yürümüyor. Zamanla orada da sistemi kurup, kolaylıkları yaratıyorsun elbet organizasyon yeteğinle ama yine de genel olarak herşeyi tek başına yapıyorsun. İşte o herşeyi yapmak, o herşeyi tek başına yaparken gününü ona göre organize etmeye çalışmak, mevcut sisteme ayak uydurmak benim gibi yaşını 35′inde dondurmuş ama aslen 38′lik kadını acayip terbiye ediyor. Ve bu durum benim çok hoşuma gidiyor.

Genova tıpkı insanları gibi enteresan, bir defada güzelliklerini gösterebilen bir yer değil. Yaşadıkça, her sabah o muhteşem manzarasına ve temiz havasına uyandıkça, her geçen gün yeni bir semtini, yemeğini, alışkanlıklarını, gizli sokaklarda inanılmaz güzellikteki gizli yerleri keşfettikçe bağımlıklık yaratan bir şehir. Genova beni erkenden mutlu uyandıran, Istanbul ile barışmamı sağlayan, “evet dünyanın neresine gidersem gideyim yaşarım” teyidini veren şehir.

Abartısız her Allah’ın günü İstanbul plakalı minim ile dağların eteğinde denize karşı kilometrelerce yol yaparken ne kadar şanslı olduğumu, bambaşka bir dünyada çok sevdiğim insanlarla ne kadar rengarenk olduğumu hatırlatan şehir. Ama tabii ki en enteresanı Genova, tüm o yolculuklarda aradığım huzuru ve çözümü bulduğum şehir…

Şimdi mi? Şimdi ben İstanbul’da biraz italyan, Genova’da bir Türk olarak, her iki tarafta da bir yanı yabancı ama, hangi eksikliğimi besliyor bilinmez, bu farklılıktan gayet memnun o hayal ettiğim ikili hayatı yaşıyorum keyif içinde. Ve açtım yelkenlerimi bambaşka sularda, bambaşka bir istikamete doğru yol alıyorum. Enteresan şekilde rüzgar her geçen gün biraz daha sert esiyor, şaşırıyorum, şaşırdıkça mutlu oluyorum ve heyecanlanıyorum. Bu denizde rüzgarın serti makbul elbet ama bazen pat pat denize çarptığım, boyumu aşan dalgalar ile baştan aşağı ıslanıp, ürperdiğim ve zorlandığım oluyor. Bazen çok tersten esiyor ne yapacağımı bilemiyor ama yine de yola devam ediyorum çünkü hepimiz biliyoruz ki bana da böylesi lazım.

Şimdi mi? Şimdi ben iyiyim, ben huzurlu, heyecanlıyım, ben mutluyum. Dilerim devamı gelsin…

12 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

TANIDIK YABANCI

Geçenlerde çok geçmişten bir arkadaşımla karşılaştım. Neredeyse yirmi yıl boyunca hiç görmediğim, duymadığım, konuşmadığım biri. Yirmi...

Comments


bottom of page