top of page
Yazarın fotoğrafıDeniz Poyraz Kırmanlı

Mum… Yatsı falan…

Sene 1999, aylardan Ağustos…

Kızkardeşim Demet’in kurduğu şirkete ortak olalı daha bir sene bile olmamış, sahip olduğumuz topu topu iki müşteri için canımız pahasına çalışıyor, yapacak da başka bir şeyimiz de olmadığından elimizdeki işleri çoğunlukla zamanından önce ya da en fazla Haziran ortasında teslim ediyoruz. Bir dahaki işin gelmesi nereden baksan Eylül ortası, aradaki dört ay boyunca bildiğin inle ve cinle bazen top oynuyoruz, bazen köşe kapmaca. Yapacak bir şey olmadan, boş boş oturmak bana çok saçma geldiğinden arada bir, ben mızıkçılık yapıyorum, Demet bugünkü prensipli ve disiplinli görüntüsünden ödün vermeden, boş ofiste oturmamız gerektiğini söylüyor. Senenin en güzel güneşli aylarını bahçe katındaki ofisimize kapanarak, işe yarayacak tek bir telefon sesi duymadan geçiriyoruz. Ofis hiçbir zaman kapalı olmayacak ya, üç kişilik ekibimiz sıra ile tatile gidiyor, olur da yanlışlıkla birisi ararsa cevapsız bırakmamak için birimiz mutlaka ofiste nöbet tutuyoruz. Demet ile Umut görevlerini layıkı ile yaptıktan sonra nöbet sırası bana geliyor. Tam Ağustos ortası, İtalya’nın tamamı kapalı, bugünden çok farklı günler onlar, mümkünatı yok ki o tarihlerde birisi de tatilinin ortasında bizi arasın. Demet çok uzaklarda, Umut desen daha küçücük bir oğlan, tatilinin keyfini sürüyor; kimsenin ruhu duymaz diyor, kafamın diki ile Cuma’dan basıp Bodrum’a gidiyorum. Nasılsa pazar akşamı döneceğim, nasılsa birgünden bir şey olmaz diyorum.

Sene 1999, tarih 16 Ağustos, Pazartesi…

Bodrum’da hava mis, ortam mis, ekip mis, benim pazar dönüşüm hikaye oluyor, iki gün daha uzatıyorum. Tek korkum Demet, tek güvencem saat farkı, arasa bile bir şeyler uydururum diyorum. Gerçekten de saat 17:45 de arıyor, fırladığım gibi uzandığım şezlongdan “ben de şimdi kapıyı kilitledim, çıkıyordum” diyiveriyorum. Sesimde en küçük bir tereddüt, yalan söyleyen birinin titremesinden eser yok. Yine de soruyor olan biteni, bir de zeytinyağı gibi üste çıkıp, bugün in’in gelmediğinden, cin’in de bundan dolayı canının sıkkın olduğunu söyleyip, beni Ağustosun ortasında bu ofise kapamasının ne saçma olduğunu ima ediyorum.

Yalan söyleyenlerin yaşadıkları anlık rahatlaması ile akşam güneşinin tadını çıkarıyor, akşam da kuzenlerim Murat ile Levo ile kendimi Bodrum gecelerine bırakıyorum.

Sene 1999, tarih 17 Ağustos Salı, saat 03.13…

Bodrum barlar sokağında bir şeyler yiyoruz. Murat’ın telefonu çalıyor, “enişte” diyor. Bu saatte ne alaka deyip, kulak kesiliyor, Murat’ın yüz ifadesinden bir şeyler anlamaya çalışıyoruz. Murat dönüp “İstanbul’da deprem olmuş!” diyor, ben panik içinde telefonuma sarılıyorum. İlk annem geliyor aklıma, telefonu cevap verene kadar aklım başımdan gidiyor. Annem ve babamın iyi olduğunu öğrenip, hemen Filiz’i arıyorum, onun da sesini duyunca seviniyorum. O zaman daha depremin merkezinin Adapazar’ı olduğundan habersiz, rahatlasın diye orada olan abimi arıyor ona da İstanbul’daki herkesin iyi olduğunu haber veriyorum. Sonra tekrar annemi, tekrar Filiz’i arayıp birbirlerinden haberdar edip, en son duyar da ulaşamazsa aklını kaçırır diye Demet’in kaldığı evin telesekreterine mesaj bırakıyorum. “Burada bir deprem oldu ama korkma hepimiz iyiyiz, hiçbir şey olmadı, korkma sakın” deyip tek tek hepimizin adlarını sayıyorum.

Günler geçiyor, Demet dönüyor, küçük annem ne kadar korkmuş olduğumu anlamaya çalışıyor ve yalanım ortaya çıkıyor. O gece 45 dakika içerisinde belki hayatımdan 10 yıl kaybediyor  ve ailemdeki diğer herkesinkine de temiz bir 10 yıl katmama rağmen papara yemekten kurtulamıyorum. Çünkü sonuçta ne olursa olsun “kimse kendisine yalan söylenilmesinden hoşlanmıyor”!

Bu hikayeyi de hayatta söylediğim ilk veya tek yalan olduğu için değil, sonucu çok işe yarasa da insanların yalana karşı tepkilerinin hiç değişmediğini göstermek için yazıyorum. Genelleme yapmak ne kadar doğrudur bilemem ama bana öyle geliyor ki; hepimiz özellikle ergenlik çağından, ayaklarımızın üzerinde durana, kendimizi bulana kadar yalan söyleriz. Korkudur, çekingenliktir, utançtır motivasyonlarımız, başımız sıkıştığında renginin beyaz, türünün zararsız olduğuna inandırıp kendimizi, yalanın arkasına sığınırız. Bütün o büyüme çağlarında; okul yüzünden, dersler yüzünden, gittiğimiz yerler, gittiğimiz kişiler yüzünden yalana başvurmaktan vazgeçmez ama hiçbir yalanın, hiçbir gizli kapaklı işin adı gibi “gizli” kalmayacağını bir türlü öğrenemeyiz. Cezalandırıldıkça, yalanımız yüzümüze vurulup da utandırıldıkça, yerin dibini nasıl bir yer olduğuna dair isteğimizin çok da parlak bir fikir olmadığını farkettikçe ama en çok da inandıklarımızı söyleyecek, dilediğimizi yaşayacak cesarete ve özgüvene kavuştuğumuzda uzaklaşırız yalanlardan. Gerçekten büyüyenler, inandığı gibi yaşayanlar, başkalarının haklarında ne düşündüğünü önemsemeyenler için sığınacak bir liman olmaktan çıkar yalan. Kısacası korkaklar, kısacası kararsızlar, kısacası kendini çok akıllı zanneden aptallar yalancıdır hayatta…

İşin en enterasan yanı ise, yalan söyleyenleri bile sinirlendirir kendisine yalan söylenmesi… Çünkü hiçbir yalan sonsuza dek gizli kalmaz, çünkü hiç kimse aptal yerine konulmaktan, zekasının hafife alınmasından hoşlanmaz. Aslına bakarsanız herkes söylenen yalana değil, yalan söylenmesinin nedenine takar kafayı. Bilmek ister, söylenen yalandan çok onu ona söyleten iç benliği. Ben mi? Bıraktım ya artık insanların kafalarının nasıl çalıştığını anlamaya, her şeyi kendi mantığıma oturtmayı çalışmayı; onun için neden ve olur olmaz nasıl yalan söylediklerini merak etmiyor, makul bir sebep bulmaya çalışmıyor, üstüne üstlük oldukları gibi de kabul etmiyorum. Daha ufak bir çocuğun veya hayata yeni atılmış gencecik bir insanın, konuşurken bile heyecanlanırken, zorda kaldığında ağzından kaçırdığı bir yalanı takmıyorum kafama ama koca koca insanların zevk için, iş için, çıkar için, saçma sapan şeyler için bir şeyleri uydurmasına kıl oluyorum.

Belki büyümemişler, belki koca koca egoların altında hala ezik bir tarafları vardır, belki göründükleri kadar cesur, güçlü ve akıllı değillerdir de bundandır yalan dünyaları bilemem ama güvenilir olmadıklarını biliyorum. Ne iş yaparım böyleleri ile ne de yakınıma sokarım. Çünkü özünde güven olmayan hiçbir ama hiçbir ilişki yürümez biliyorum. Yalanları kullananların solukları kısa, içleri boş, beslenebileceğim özellikleri az biliyorum. Kurdukları dünyalarında cüsselerinin olduklarından daha büyük, daha şaşalı ama bir o kadar da karanlık biliyorum. Ve tabii ki siz de biliyorsunuz…

Ne güzel söylemiş CAN DÜNDAR; Sevmeyi öğrendim. Sonra güvenmeyi… Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

Yalan sevilmez, gizli kapaklı işlere güvenilmez, güvenilmeyen insan sevilmez. Kimsenin gözü sonsuza kadar kör, kulağı sağır değildir. Zıp zıp zıplasanız da insandan insana, işten işe, ilişkiden ilişkiye sonunda zıplayacak dalınız kalmaz, kalıverirsiniz dımdızlak tek başınıza…


Shadow
Mum...Yatsı Falan...

22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

TANIDIK YABANCI

Geçenlerde çok geçmişten bir arkadaşımla karşılaştım. Neredeyse yirmi yıl boyunca hiç görmediğim, duymadığım, konuşmadığım biri. Yirmi...

Comments


bottom of page