top of page
Yazarın fotoğrafıDeniz Poyraz Kırmanlı

MÜNECCİM

Bugün okuyacaklarınız aslında geçen haftanın satırları olacaktı. Aslında siz bunları bir hafta öncesinde okuyacak, ben bu kelimeleri bir hafta önce yan yana sıralayacak, sizin hayatınızda yine bir değişiklik olmayacak ama ben yine aklıma takılanları kağıda döküp sistemimden atmış olacaktım.

Bir önceki pazartesi buram buram geçmiş kokan bir mesaj, bomba gibi tekrar gündeme gelince, kafam allak bulak olmuştu. Üç sene önce dostlar arasında söylenmiş sözlerin, ama belli ki içeriği yarım kaldığından bir tarafı kırdığını öğrenince; önce şaşırmış, sonra sinirlenmiş ama en çok da üzülmüştüm. Taktım kafamın bir köşesine, günlük rutinimin arasına sıkıştırıverdim. Asılı kaldı tüm bu duygular bir süre orada; evirdim, çevirdim. Hal böyle olunca, her konuda son dakika insanı olan ve istisnasız her haftaki yazısını son geceye bırakan ben için geçen haftanın yazısı belli olmuştu.

Her haftanın aksine, yazacağım konuyu bu sefer günler öncesinden seçmiş, asla yazılı not almadığım ve zihnimde defalarca döndürdüğüm cümlelerimi ezberlemiş, gidişatını oturtmuştum kafamda. Geriye bir tek oturup kağıda geçirmek varsa o anda dökülücek yeni kelimeler, onları eklemek kalmıştı. Ama işte niye ise canım bunları yazmak istemedi geçen hafta. Bir türlü, o kurguladığım cümleleri kullanmak gelmedi içimden. Belli ki bugün bile hala fark edemediğim bir eksiği vardı, belli ki bu yazı da kendi tahlil ettiği zamanda çıkacaktı.

Şimdi meselem şu; kimin dudaklarından dökülürse dökülsün, insanların duyduklarına bozulmasını, kırılmasını, üzülmesini garipsemiyorum. Kelimelerin ağırlığının içinde bulunduğumuz durumlara göre değiştiğini düşünüyorum. 

İnsanların bana göre anlamsız, bana göre gereksiz hareketlere takılıp, kendi kendini yemesine, sinirlenmesine, hiddetlenmesine şaşırmıyorum. O zaman diliminde, o anki kafası ile kızıyor, içine sindiremiyor olabilir insanlar, kesinlikle kabul ediyorum. Kimsenin derdini önemsiz ya da “bu da dert mi?” diye değerlendirmiyorum. Şayet o buna dert diyor, onun içinde debeleniyorsa benim için ne ifade ettiğinin önemi yok. “Çaresi ne olabilir?” diye düşünüyorum. Sonuçta bunların hepsi duygu ve hangi duyguyu neyin tetikleyeceği belli olmadığından, onun için hepsine amenna, hepsine eyvallah, hepsine tamam diyorum. Ama bir şey var ki kavrayamıyor, bir türlü o noktada empati kuramıyorum. Bir insan üzüldüğü, kızdığı, kırıldığı şeyi niye karşısındaki insan ile zamanında paylaşmıyor, çözüme ulaştırmaya çalışmıyor da içine atıyor, işte o noktayı anlayamıyorum.

Hayatını, kültürleri, profesyonellikleri, davranış şekilleri ama her şeyden ötesi dilleri farklı insanlar arasında çıkan sorunları çözümleyerek idame ettiren bir kişi olarak, bir sorun gerçekten çözümlenmedikçe ileriye gidilmeyeceğini biliyorum. Mevcut sorunu görmezden gelmenin, zamana havale etmenin, inkar etmenin bir fayda getirmediği gibi en olmadık zamanda çıkıp karşına, sonunda daha yıkıcı sonuçlar doğurduğunu düşünüyorum. 

Bu benim bir özelliğim miydi de ben bu işte tutunabildim, yoksa hayatımı kazandığım işten dolayı mı üzerime yapıştı bu hareket tarzı bilemiyorum ama ben herhangi bir şeyi problem olarak görüyorsam, mümkünatı yok ki onu bir sonuca bağlamadan, onu aşmadan orada öylece bırakayım. Kim ki hoşuma gitmeyen, ağırıma giden bir şey yapsın/söylesin, mümkün değil ki ben o insanla yüzleşmeyeyim, tam gözlerinin içine bakıp ne demek istediğini öğrenmeyeyim. Kim ki canımı acıtsın mümkün değil ki içime atayım, kendimi yiyeyim de o bundan haberdar olmasın. İş olsun, aşk olsun, arkadaş olsun fark etmez, mümkün değil ki bir şey kafamı kurcalayıp içime sıkıntı gibi oturduğunda ben öylece durup bekleyeyim. Sorunu içimde her geçen gün daha büyüteyim, zamanın el verip geçirmesini ümit edeyim. Öğrendiğim bir şey var ki; insan yüzü sıcaktır ve insanlar sadece karşılıklı konuşarak anlayabilirler tüm gerçeği. Problem ne ve ne kadar büyük olursa olsun, samimiyetle dile getirilmiş duygular, düşünceler çözümler meseleyi. Dürüstçe oturulan masadan iyi veya kötü mutlaka çıkar bir sonuç.

Tabii bendeki hal böyle olunca, problemlerini öteleyenleri, görmezden gelenleri ama en çok da sustuklarından dişlerini sıkıp, uykularının içine edenleri anlayamıyorum.

Ama o kadar çok insan var ki sorununu, üzüntüsünü, kızgınlığını içlerine atıyorlar. Eşi ile dostu ile döndüre döndüre konuşuyorlar, gerçekle yüzleşmediklerinden boşlukları kendileri dolduruyorlar ama niye ise meselenin gerçek muhatabına bulaşmıyorlar. Hayır içine atıyorsun da ne oluyor? Unutuyor musun sonsuza dek? Bir şekilde bir söz, bir davranış, bir ruh hali tetikliyor duygularını, derinlere gömdüklerin bir anda hortlayıveriyor. Kendi kendine verdiğin çıkarımlarla bir sonuca varıyor, belki de iki dakikada çözümlenecek bir konuyu yerle bir ediyorsun. Konuşmadıkların, bilmediklerin, anlayamadıkların ve anlatamadıklarından dolayı belki bir arkadaşlığa son veriyorsun, belki bir eşten ayrılıyorsun, belki çok sevdiğin bir işi bırakıyorsun. Sen kendini ifade etmiyor ama herkesin senin nasıl hissettiğini anlamasını istiyorsun.

Demem o ki, iş hayatında da, sosyal yaşantıda da can sıkan meseleleri ertelememek, ne ise hissettirdiği duygu, hissettirene söylemek lazım. Varsa bir yanlış anlaşılma o anda düzeltmek lazım. Farkında değilse karşı taraf yaptığı ayıbın, ona özür dilemesi için fırsat vermek lazım. Niyeti gerçekten canınızı yakmak ise karşı tarafın, sebebini ortaya çıkarmak lazım. Oturup da tek başına üzülmemek, kinlenmemek, hayata ya da insanlara küsmemek lazım.

Ben valla böyle yapıyor, çoğu zaman konuyu tatlıya bağlıyor, bağlayamadıklarımı da hayatımdan şıppadak çıkarıyorum. Vicdanım rahat, kararım kesin oluyor… 

Hepinize de aynı şeyi tavsiye ediyorum, çünkü insanlar konuşa konuşa anlaşır, kimse de müneccim değil diyorum.


125 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

TANIDIK YABANCI

Geçenlerde çok geçmişten bir arkadaşımla karşılaştım. Neredeyse yirmi yıl boyunca hiç görmediğim, duymadığım, konuşmadığım biri. Yirmi...

Comments


bottom of page